Hayat pamuk şekeri kadar pembe ve tatlıyken, bir anda tepemize kara bulutlar üşüşüp rüyamızı kabusa çeviriverir. Ve bazen pul biberi bir acıdan beslenmek zorunda kalır kadın, ilk önce utanır kimselere bir şey anlatamaz, onu deli gibi yargılayacaklarından ürker, ama sonra, tekrar güneş doğup da arkasına sakince bakabildiği zaman uzun uzun düşünme fırsatını bulur, ansızın çılgınca bir paylaşma arzusuyla yanar tutuşur.
Evet ben yazıyorum. Yerime başkası geçmiş değil, hani şu bir haftalık bebeğini yeni jenerasyon pusetine atıp onu indirim sezonuna entegre edebilmek için ter dökmüş Limited Edition Lohusa(LEL:)).
Sol bir çizgi film karakteri değil, o ve ben aynı kişileriz: ailemiz, anılarımız, duygularımız, fiziksel görüntümüz ve giyim tarzımız birebir aynı.
Bu yazıda, Sol yok, kahkaha ve espiri yok, gayet ciddiyim. Çünkü ben hayatımda bir dönem:
-içimdeki Stilettolu Kadını,
-günlük hayatta bir türlü bastırmayı beceremediğim neşemi ve kahkalarımı,
-kocama ve oğluma olan ilgimi ve sevgimi,
-hiperaktif genlerimi,
-alışveriş aşkımı
kaybettim. HEPSİ toz olup uçtu. ÖLDÜ.
Ve bu yazı ÇOOOK uzun olacak. Sıkılan istediği yerde bırakmakta özgür tabii ki ama depresyonu yaşayan ve yakında doğum yapacak ve bu biberi tatması muhtemel anneler, ne olur her satırı okumasanız da bütüne hızlıca bir göz atın, olur mu?
Önce kanlı canlı bir kadın, sonra anneyim ben bu yazıda. Limited Edition Lohusa'yı bir kenara bırakıyoruz bu seferlik.
Şimdi üç haftalık CAN'avarım. Bugün koynumu sıcacık ısıttığı ve mışıl mışıl uyuduğu bir öğleden sonrası, anne-oğul keyfi esnasında birden böğürerek kustu. Kusmukla yıkadı beni tatlı haydut. Hemen onu anneme uzatıp, duşa koştum. Normalde ılık su bana huzur verir ama bu sefer suyla değil panikle yıkandım adeta.
Odasına dönüp bebeğime bakınca alt üst oldum. Yüzüme yansıyan korkuyu anlamış olacak ki melek annem:
"Kıl, tüy bir şey yutmuştur güzelim. Neden bu kadar hassas davranıyorsun? Her bebek kusar, sebepsiz ağlama krizine girer, uyumaz, yemez... Alışmaya çalış, sen her seferinde böyle telaşlanırsan nasıl yöneteceksin bu işi? Sana da bebeğine de yazık olur. Benim aklım da hep sizde kalır. Zaten gözümün önünde değilsiniz, yurtdışındasınız, çok istesem de her an gidip gelemiyorum. Benim hatrıma biraz sakin olup güçlü davranmaya çalış, ne olur..."
Yapamadım. Şuliş'imin tesellisi bir kulağımdan girip öbüründen çıktı jet hızıyla. Her kadın gibi içgüdülerim kuvvetliydi benim çünkü. Seziyordum, başım, pardon artık iki kişiyiz, başımız büyük dertteydi.
Ve ne yazık ki, korktuğum oldu. CAN'ım aynı gün saatler sonra, yine böğürerek istifra etti ve korku filmlerindeki yaratıklar misali kusmuğu bir metre öteye fışkırdı. Eridim, çünkü minik bebeğimi şeytani bir tehlikenin beklediğini anlamıştım.
Aynı akşam, sağolsun, bebeğimizin hassas durumu sebebiyle, evimize gelen dünya iyisi çocuk doktorumuz, görür görmez şeytanın adını koydu: PİLOR STENOZU*.
"Efendim, ne!" diye yükselttim sesimi istemeden, aynı anda Pep elimi sıktı.
Böyle kritik durumlar söz konusu olunca yabancı dilde iletişim kurmak zorunda kalmaktan öylesine nefret ediyorum ki. Dilimin ucuna gelen Türkçe kelimeleri takır takır dökmek varken, beynime gönderip, çevirmesini bekleyerek zaman kaybetmek ne zor...Gözyaşlarımı mı yoksa dilimin ucuna gelen kelimeleri mi boğazımda düğümleyeyim bilemiyorum.
"Pardon Doktor Bey, nedir bu rahatsızlık? Anlayabileceğimiz bir dilde açıklayabilir misiniz rica etsem?" diye sordu sükunetini benden önce toparlayabilen Pep.
"Yeni doğan bebeklerde görülen bu rahatsızlık ciddidir. Anne-baba olarak sizden bunu gizleyemem. Yaygın değildir, sebebi kesin olarak bilinmemekle beraber kalıtsal olabileceği düşünülmektedir."
"Nesi var oğlumun! Ne yapacağız Doktor Bey!!!" diye elimde olmadan bağırıp ağlamaya başlamamla Can Rüzgar'ın kusması eşzamanlı oluyor. Annem yeri temizlemeye çalışırken ben titreyen ellerimi sıkarak ve şaha kalkan kalp atışlarıma engel olmak için nefesimi düzenlemeye uğraşıyorum.
"Birincisi erkek bebeklerde kızlara oranla beş kat daha fazla görülür. 150 bebekte 1 gibi bir oran söz konusu."
"Hay o pilorumsu şeytanın da yüzdesinin de canı cehenneme" diye sövüyorum içimden. "Bizi mi buldun pislik, haydi çek git evimizden, şu güzelim bebekten ne istedin ha!!!"
Aklıma, 30 yaşında olmama rağmen, gebelik dönemimde 1/141 olarak çıkan Down Sendromu analiz sonucu geliyor neden sonra. Hamileliğimin en toz pembe döneminde, öyle ki caddelerde başkalarının şaşkın bakışlarına aldırmaksızın "la vie en rose"u söylemekten alıkoyamıyordum kendimi, gölge düşürmüştü bu üç rakam vücudumun yaşadığı endorfin patlamasına. Bazen, saatlerce süren sarhoş bir yürüyüş, bazense toz pembe bir kokteyl elbisesiyle aydınlatmak için çırpınıyordum karanlık bekleme günlerimi...
Şimdi başka bir üç rakam gelmiş, üç haftalık oğluma musallat oluyor!!!
"İstatistikleri geçersek Doktor Bey, ne olacak bu bebeğe!" diye soruyorum son derece antipatik bir şekilde ve dudaklarım titreyerek.
Pep elimi sıkıca kavrıyor. Sakin görünmeye çalışsa da, beti benzinin attığını ve gözlerinin sulandığını fark edebiliyorum.
"Bebek her beslenmenin ardından çok şiddetli kusacak, öyle ki kusma esnasında kan gelebilir, korkmayın"
"Tabii ya.. Siz üç haftalık bebeğimi The Exorcist'in başrol oyuncusu seçin. Onu doğuran anası izleyici olarak korkmasın öyle mi!"
Doktorun hiçbir suçu olmadığını pek iyi bilmekle beraber o denli büyük bir hırs ve nefret var ki içimde, sanki bu illetin sorumlusu o veya beceriksiz olduğu için yanlış teşhis koyuyor şeklindeki bilinçaltı oyunum yüzünden hırpalamak istiyorum kendisini.
"Ne yaptık ki biz kötü? Haydi ben geçmişte hatalar yapmış olayım ama beni CAN'ımla tehdit edecek kadar büyük ne yapmış olabirim Allah'ım? Ne olur intikamını başka bir şeyle al, elimle, kolumla, ayağımla, bacağımla, ama benim vücuduma ait olan bir uzuvla, yalvarıyorum..."
Sanki önümde sessiz bir film oynuyor. Ama siz doktorun sesini duyun:
"Sıvı ve besin alamadığı için bebek giderek zayıflar ve derisi buruşur. Yaşlı bir insan teni gibi bir cilde sahip olur. En kısa sürede ameliyat edilmelidir. Ölüm riskinin çok az olduğu bu operasyondan beş altı saat sonra bebek beslenmeye başlayabilir ve yaklaşık üç gün sonra hastaneden taburcu edilir."
Ameliyat mı!!! Safra kezzap gibi yakarak yükseliyor boğazıma. Tuvalete koşup yüzümü suyla çalkalıyorum. Siyah göz kalemi iki yanağımdan süzülmüş, dehşet içerisinde aynadaki yansımamla konuşuyorum:
"Ameliyat senin hakkındı! Sezaryen istemiştin ya hani şımarıkça doğum doktorundan, nasıl demişti sana a la carte usülü değil mi, ama bebeğin erken gelip seni kurtarmıştı bu azaptan. Ama sen öyle korkak ve şımarık bir yaratıksın ki, lanetin öz oğluna geçti. O ameliyat olacak şimdi senin yerine bak. O girecek o buz gibi odaya, kafası yeşil boneli bir avuç hekim eşliğinde. Ve kimbilir nasıl ürkecek o minnacık bedeni. Belki de senin gibi ağlayıp onların işlerini de zorlaştırmaz. Hani bebek kurabiyeleri, çikolataları gibi tatlı zırvaları günü gününe organize edebilmek için sezaryen sipariş etmiştin ya sersem...Al sana işte ACIBADEMLİ HAYAT KURABİYESİ, tık o safrayla dolmuş ağzına!"
Ellerim hızla başımın iki yanına yükselip hoyratça saçlarımdan alıyor intikamını, hırsını, çaresizliğini...
Çığlık çığlığa bağırıp içimdeki dehşeti ve korkuyu dışarı vurmak istiyorum bir nebze; ancak o anda kendi evimde bunu yapabilecek lükse sahip değilim maalesef. Zaten İspanyolca bilmemelerine rağmen, doktorun ciddi üslubundan ve bebeğin bitap düşmüş halinden durumu çoktan anlamış olduklarını tahmin ettiğim anneme ve kayınvalideme bunu yapamam.
"Bebeğin pişik kremi bitmişti ya, bir markete uğrayıp alayım. Akşam yemeği için de taze ekmek alırım fırından" diye saçmalayıp doktoru, Pep'i, annemi, kayınvalidemi ve bebeği öylece salonda bırakarak cevap bile vermelerine fırsat tanımadan sokak kapısını çarpıyorum. İnanır mısınız, ayağıma stiletto, babet, parmakarası terlik, ev terliği ne bulup da geçirdiğimin farkında olamayacak kadar bilinçsizim."
"Ah Barselona ah... Ben ki "insan bir şehre de aşık olabilir mi" sorusuna seni tanıyıp, Akdeniz iklimi hüküm süren koynunda yaşayınca EVET demiştim... Ben ki Gaudi'nin sana bahşettiği şaheserlere, denizinin tuzuna, Paella*na, Sangria*na, tapa*larına, iki katlı üstü açık turistik otobüslerine, Zara'na, kafelerinin teraslarına, dünyanın en uçuk kaçık ama olağanüstü kilisesi Sagrada Familia'na, Alice Harikalar Diyarı'nı anımsatan Parc Güell'ine, kıvıl kıvıl ve dünyanın en renkli sokak göstericilerinin konuşlandığı Rambla Cadde'ne, Boqueria Pazarı'ndaki mangolara, papayalara, yüksek oktavlı ve gevrek kahkahalı insanlarına, hatta burada yaşamayan ama iki günlük ziyaretlerinde bile sana aşık olan turistlerine ve bu bulanık zihnimle hatırlayamayacağım daha nice güzelliğine güneşli bir tutkuyla bağlanmıştım..."
"Hayatımın en kutsal anı olan doğumda bile ülkemden uzakta ve canım annem henüz yanıma ulaşamamışken evimde duyumsamıştım kendimi. Tamam sana hesap sormuyorum bana tattırdığın bu padron* biberi için. Bu berbat günde bile güzel havan nefesime dolup sakinleştirmeye yetiyor beni, nasıl nefret edeyim senden!!! Aşk işte lanet olsun! Keşke kocama, anneme, kayınvalideme, doktora, bebeğime yansıtmaktan aciz olduğum şu kini önümde uzanmakta olan Diagonal Caddesi'ne boşaltabilsem..."
"Sadece söz ver bana Akdeniz incisi, oğlumu nasıl dört hafta önce sapasağlam kucağıma koyduysan, yine taş gibi geri vereceksin bana. Bu aşık kadına ve anneye borçlusun anladın mı! Yoksa bütün gemileri yakıp ömür boyu kin bilerim sana! Pep'in görevi biter bitmez de seni terk edip bir daha ayak basmam toprağına, bu da böyle biline..."
Şehirle hesaplaştıktan sonra, eli boş dönüyorum eve. Keskin bir safra kokusunun gölgesinde bir hapishaneye dönüşmüş burası sanki, sadece 15 dakika oldu oysa ben gideli, nasıl bu kadar hızla bir korku filmi setine benzemiş inanamıyorum. Pep, önemli bir toplantısı olduğu için yok, annem ve kayınvalidem, ikili kanapeye oturup bebeği dik bir konumda aralarına yerleştirmişler.
Her ne kadar, gülümsemeye çalışsalar da huzursuzlukları burnuma burnuma tütüyor adeta.
"Canım baksana, her şey yoluna girdi çok şükür. Doktor ne kadar da iyi bir insan kapımıza geldi, tehşisi koydu ve artık biliyoruz ki en kısa sürede ameliyat olacak ve iyileşecek bebeğimiz" diyor kayınvalidem.
"Tabii tabii tedavisi var bak en azından, ne mutlu, ya başka bir şey olsaydı da yeni kavuştuğumuz bebeğimizi kaybetme korkusu yaşasaydık. Aman Allah yazdıysa bozsun. Hem bu benim ilk "pipilim", dedesinin deyimiyle 40 yıl sonra biten erkek bebek hasreti..." diyerek destekliyor annem.
Annem, ben ve ablam olmak üzere iki kız doğurmuş, ablam da onun gibi iki kız dünyaya getirince erkek bebek hasreti doğmuş demek bizimkilerde. 40 yıl sonra erkek bebeğe kavuşmanın haklı "görgüsüzlüğünden" Şuliş kamusal alanda "bamyalı", özel alanda "pipili" diye sesleniyor Can Rüzgar'ıma. Hatta bez değiştirirken evrenin en orijinal ninnisini söylüyor, yaratıcı kadın:
"Pipiler pipiler hop pipiler...
Pipiler pipiler hop pipiler..." ve cüce anlarmışçasına elini kolunu oynatıyor bu
ucube melodiye.
"Anneciğim bak iyi hoş çok komik de, senin bu garip türküye ağzın iyice alıştı, iki yaşına filan gelince de söylemeye devam edersen yanarız ..." diye tatlı tatlı kızıyorum ara sıra ona.
"Sus kız bilmiş, zaten ben yokken doğurduğun yetmezmiş gibi bir de 15 saatlik çocuğu yine ben yokken gurbet ellerde sünnet ettirdin. Bak hala şüphem var o konuda zaten. Türkiye'ye gider gitmez kendi ellerimle götüreceğim oğluşumu doktora. İspanyol ne anlar yahu sünnetten, bir de eciş bücüş kestiyse..."
Hem onları nispeten sağlam bulmak, hem de bu pipi ninnisini anımsamak enerji yüklüyor bedenime. İçeri gidip üçümüze sıcacık bir kahve hazırlıyorum. Kusmuk nöbeti yaparken bari birazcık kafeinle beyinlerimiz çalışsın ve vücutlarımız hareket edebilsin.
Bebeğin ameliyat edilinceye kadar kusması kaçınılmazmış, biz besleyecekmişiz o çıkaracakmış, taa ki hastaneye yatırılana dek. Doktor Pep'e, bebeğin hemen hastaneye yatırılmasını önermemiş. Aynı süreç hastanede de işleyeceği için evimizde daha huzurlu ve konforlu olacağımızı söylemiş. Fakat eğer bebek ciddi bir su kaybı yaşar ve baygın düşüyor gibi olursa anında acile gidip ona serum bağlatacakmışız. Doktor ameliyat gerçekleşene kadar her iki saatte bir düzenli olarak bizimle telefonla görüşüp bilgi alacak ve bir aksilik olursa diye 24 saat telefonunu açık tutacakmış.
Aynı gece sabaha karşı, bilincini yitiriyor gibi olunca yoğun bakıma yatırıyoruz oğlumu. Serum takılıyor ve iki gün boyunca güçlendirilip Pazartesi öğlen itibariyle ameliyata alınması öngörülüyor. Bu arada, serum aldığı için ememiyor ve mama da verilemiyor. Kusmaktan yemek borusu zedelenmiş, serumdan gerekli takviyeyi almakla beraber, muhtemelen midesi kazınan oğlum öyle şiddetli ağlıyor ki... Hemen hemşire gelip tatlandırıcılı suya buladığı emziği tıkıveriyor ağzına. Bir iki dakika susup tekrar ağlamaya başlıyor zavallıcık.
"Resmen kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor bu hemşireler de oğlumla. Şuna bak, şekeri ağzına çalıp mamayı vermiyorlar. Büyüyünce sen de onlarla oyna emi koçum?" diye elindeki çıngırağı sallayarak dikkatini dağıtmaya çalışıyor küçük adamın Pep. Bu arada biz ailecek bu bebek yoğun bakım ünitesine aşinayız. Dört hafta erken doğduğu için şekeri biraz düşük çıkmış olan oğlum yine buraya yatırılmıştı, yani hemşire ablaları onu pek büyümüş gördüler yeniden.
Yoğun bakımın belli giriş-çıkış saatleri var ve yalnızca bebekleri içeride olan anne ve babalar, hijyen testinden geçtikten sonra üniteye kabul ediliyor. Sanıyorum her 3 saatte bir girip çıkıyoruz.
Pazartesi günü ameliyat oluyor, çok beğenerenek aldığım pusetinin içinden çıkan kırmızı puantiyeli battaniye var üzerinde, inanır mısınız! Zaten dört hafta erken 2.970 kg. doğdu, şimdi iyice eridi, 3 haftalık olmasına rağmen sarımtırak benziyle bir prematüre bebeğe benziyor adeta.
Teşhisin konulması, bebeğin hasteneye yatırılması ve taburcu olması derken geçen bir haftalık süre içerisinde artık kendimi tanıyamaz hale geliyorum. Minik prensimiz gün geçtikçe daha iyi gözüküyor, hastaneden taburcu olur olmaz kusmalar da sona eriyor. Sabah akşam ağzına bir damla damlatarak, kusmaktan olağanüstü tahriş olmuş yemek borusunu iyileştirmeye çabalıyoruz. Oğlum bombastik bir hal alıyor her geçen gün ama bu sefer yere çakılma sırası annesine geliyor.
İçimdeki duygusal fırtına, mide bulantısı, spastik kolon, uykusuzluk, terleme ve hakim olamadığım titremelerle harmanlanıyor.
Düşüncelerim her geçen saat iyice çarpıklaşıyor. Beynimi, bana sürekli korku salan cümleler haykıran bir şeytan işgal etmiş sanki ve ben onun yüzünden hiçbir şeye odaklanamıyorum: Televizyon seyredeyim veya kitap okuyayım diyorum, konsantre olmayı beceremiyorum. Beynimin içindeki ses öyle seri ve bıkmak usanmadan konuşuyor ki... Dışarı çıkıp yürüyüş yapayım istesem de onu da yapacak fiziksel gücüm yok.
48 kiloya düştüğüm, yemek yiyemediğim ve uyuyamadığım için bacaklarım titriyor. Annem, kayınvalidem, Peyami ve diğer yakın dostlarımla konuşup onların içini de kendi içim gibi kararmaktan çekiniyorum. O kadar çaresizim ki daha fazla dayanamayacağıma kanaat getirdiğim bir öğlen doğum doktorumu ilk defa cebinden rahatsız ediyorum:
"Kurtarın beni yalvarırım, daha fazla dayanamayacağım. Sizi görebilir miyim, güvenle ve huzurla konuşabileceğim başka kimse yok." deyip gözyaşları içinde telefonu kapatıp giyiniyorum.
Sanıyorum ses tonumdan korkup bana acil bir randevu veriyor, muhtemelen son derece yoğun olan günlük rutininde değişiklik yapıyor, her neyse, o kadar şanslıyım ki yarım saat sonra ofisine girmiş bulunuyorum.
"Ne oldu sana böyle!" diye bağırıyor bana ilk kez.
"İçimden geçenleri sizinle paylaşacağım artık Doktor Bey, çünkü bittim ben, her şey bitti! Niye doğdu bu çocuk! Güllük gülistanlık bir hayatımız vardı Pep'le, keyfe keder yaşayıp gidiyorduk bu harika şehirde. Sonra ne oldu? Üç haftalık bebek yüzünden hastanede yaşar hale geldik. Uykum, bir lokma ekmek yiyecek halim kalmadı. Zihnimi bir şeytan devraldı ve her saniye bana zehir zemberek düşünceler aşılayıp duruyor."
"Kimselerle söyleyemedim onları üzmemek adına ama artık çok çaresizim. Yaşamak istemiyorum Doktor! Evet bir aylık oğlumu öksüz bırakacak kadar da bencil bir anneyim ben. Bakın şu halime, çamura bulanmış ruhuma, böyle bir annenin nasıl faydası olur öz oğluna söyler misiniz" deyip gözyaşı bombası atıyorum muayenehaneye.
Sevgili Doktorum, yerinden fırlayarak oturduğum koltuğun önüne çöküp, önce gözyaşlarımı siliyor, sonra ellerimi tutuyor sıkıca.
"Sen hastasın, nezle gibi bir tanem ve bu senin suçun değil. Sen ne bencil, ne de deli bir annesin. Beynindeki serotonin hormonu dibe vurmuş o kadar. Tıp uzmanı olarak ben teşhisi koydum ve seni çok sevdiğim, bizzat bebeğini kendi ellerimle doğurduğum bir başka uzmana, genç anne ve psikiyatr Monica'ya ellerimle emanet edeceğim tamam mı? Sana garanti veriyorum, el birliğiyle senin içindeki femme fatal'i uyandıracağız yeniden. Bu hastaneye haftaya kırmızı ojelerin, akmamış maskaran ve lüle lüle saçlarınla gelmezsen bana da doktor demesinler!"
Kahkahayı patlatıyorum. Deliyim işte, ne deseler değişemem...
Cep telefonunu eline alıp "Monica tatlım, acil bir durum var, hastanede misin?" diye soruyor.
"Peki o zaman ben bu Türk Lokumu'yla yarım saat kahve içeyim pastanede".
Kahvelerimizi balla yudumladıktan sonra, Monica'yla tanışıyorum ve daha tek bir kelime konuşmadan iyi ediyor bu hatun beni, öylesine duru bir yüzü ve organik bir gülüşü var ki...Anlattıklarımı gözleri nemlenerek dinledikten sonra, ne de olsa o da bir kadın ve anne, bana şöyle diyor:
"Çok şanslısın çünkü yanında annen ve kayınvalidenden oluşan şahane bir destek ekibi var. 11 günlük uykusuzluğun intikamını biraz kestirerek alacaksın bu hafta. Emzirmeye gelince, tartışma bile istemiyorum, o dosya kapandı. Annelik süt sağmak değildir. Çocuğun öncelikle sağlıklı bir anneye ihtiyacı var, süte değil. İçini rahatlatmak için söylüyorum, ben bir doktor anne olarak, başka bir sebepten ötürü emziremedim."
"Sen gördüğüm ve göreceğim ilk ve en güzel Türk annesin. Şimdi hemen bu ilaçları alıp, yarın beni ara ve haftaya süslü püslü gel bana, anlaştık mı? Yoksa arkandan Türk kızları çok bakımsızmış diye dedikodu yaparım bak..." deyip beni kapıya kadar uğurluyor.
Eve "ağlama değmez hayat..."şarkısını mırıldanarak tam gaz yürüyorum ve ilk eczaneye giriyorum.
Eczacı,
-antidepresan,
-sakinleştirici,
-mide ilacı,
-spastik kolona karşı spazm çözücü,
-doğal liflerden oluşan bir hap da dahil olmak üzere bir kimyasal bohçası uzatıyor elime. Melisa çayı da bonus:). Ben ki bugüne dek başı ağrıdığında bile aspirin almamakta direnen bir obsesiftim. Kader işte:)
Uyku sineğinin beni iyiden iyiye soktuğu ve cep telefonumun alarmının düzenli olarak bir ilacın saatini bana hatırlatmak için öttüğü bir haftadan sonra, güneşli ses tonumla uyanıyorum bir sabah. Favorim balkabaklı cheesecake'i kendi ellerimle şarkılar söyleyerek fırına veriyorum aynı öğlen. Sevinçten neredeyse havalara uçacak annem ve kayınvalidem Hürrem Sultan'ı izlerken birbirlerini dürtüyorlar beni gözleriyle işaret ederek. Kek, fırındayken kırmızı ojelerimi kusursuzca sürüp, takıp takıştırıp, aşkla besilenmiş oğlumu kucağıma alıyorum:
"Haydi bakalım atta gidiyoruz yavru adam! Uyumayı kes, gözünü dört aç ve bu güzel anana korumalık yap bakalım. Seninle iki haftayı kaybettik zaten, ama sana yemin ediyorum, bir daha asla ama asla ikimize salak bir pul biberi yüzünden bir gün bile kaybettirmeyeceğim!"
Altın kızlar şeklinde, annem, kayınvalidem ve ben yeni jenerasyon mavi pusetindeki bodyguardımız önderliğinde Barselona caddelerine vuruyoruz kendimizi. Al sana tek dişi kalmış Lohusa Can'avarı! Taktık mı sana çelmeyi üç kadın bir olup, hakem olarak kırmızı kart gösterip maç dışı bıraktım ben seni! Git şu klübeye başını önüne eğerek otur ve yıldız oyuncuları, yani bizi izle sinsi sinsi!
Ertesi gün Monica'yı ziyarete gidiyorum, evet bir ziyaret söz konusu çünkü biz arkadaşız ve sanki ben onun evine kahveye gidiyorum.
"Aferin sana bakayım, sözümü dinlemişsin, şu görüntünden sonra ağzını pek yormana gerek yok yavrum..."deyip gülümsüyor ışıl ışıl gözlükleri ardından.
Bu yazı zaten gereğinden fazla uzadı ama şu konuşmayı da yazamadan geçemeyeceğim:
"Kocanın seni terk edeceğine dair muhteşem teorin ne durumda Güneş?"
"Valla terk eder mi etmez mi bilemem Monica ama bana öyle bir kimyasal mucize dayadın ki inan kocam Prens Charles olsa ve beni yüzüstü bıraksa Macarena dansı yapacağım utanmadan..."
"Seni zilli seni, haydi ordan, fazla cesaret gelmiş sana. O mucizeleri kısma zamanıdır güzelim. Ayrıca depresyon yüzünden veya herhangi bir sebeple bir gün o koca seni yarı yolda bırakacak olursa acırım onun haline".
Bir ay sonra, Türkiye'ye geliyoruz hep beraber: "Made in Barselona" bebeği ülkesiyle, ailemizin yurtdışına gelme imkanı olmayan fertleriyle tanıştıracağız gururla.
Peki sonra ne oluyor, biliyor musunuz! Ben o bırakmak üzere olduğum kimyasalların kucağına sığınıyorum yeniden. Neden mi!!!
"Güzel emiyor mu kızım?"
"Emzirme vakti gelmedi mi daha?
"Sütün iyi mi?"
"Baksana sen çok zayıfsın, oldum olası kilo olayına takıktın zaten, lütfen ye şu keki de sütün olsun bebek için" diye bana SÜT SAĞMA'YA GİRİŞ dersi veren sözde dostlar yüzünden yalan söylemek durumunda bırakılıyorum.
Öyle bir baskı oluşturuyorlar ki üzerime çullanıp, çok içten ve boşboğaz bir insan olmama rağmen, "ben depresyondayım, mecburi olarak ilaç kullanıyorum ve bu yüzden emziremiyorum" deme zahmetini gösteremeyip, gizlice su kaynatıp bebeğimle bir odaya tıkılıp odanın kapısını iyice kitliyorum. Onun da bahanesi hazır:
"Şurda emziriver kızım ne olacak, biz bizeyiz işte..."
"Yok teyzeciğim, benim oğlan sessiz ve benimle başbaşa olmayı seviyor. O yüzden inek anne ben, çıt çımayan bir odada, tercihen zen bir melodi eşliğinde sağmayı tercih ediyorum."
Salonda teyze kahkaları, odada biberona damlayan gözyaşları.
Yapmayın oldu mu sözde yakınlar! Siz siz olun bir anneye, kendinden önce sütü nasıl diye sormayın bir zahmet.
SON OLARAK, NİHAYET, bu pul biberli kabusu yaşamış bir kadın olarak bunu yaşayan, yaşabilecek tüm kadınlara ve insanlara güneşli tavsiyelerde bulunmak istiyorum. Evet uzman değilim, sadece okuduğum ve yaşadığım kadarını biliyor ve naçizane önerilerde bulunuyorum size:
1) Öncelikle bir akrabanızdan veya yakınızdan bu dönemde sizi yalnız bırakmamasını rica edin, muhtemelen bol bol uyuyacaksınız benim gibi.
2) İyi niyetlerinden emin olduğunuz arkadaşlarınıza durumunuzu anlatmayı deneyin.
"Salsa yaptıklarına filan aldanma, bunlar boşanacak bak görürsün, şuraya yazıyorum, o yüzden bunalıma girmiş bu kız, zaten oldum olası çatlağın tekiydi " diye dedikodu yapmayacağına emin olduğunuz bir dostunuza yüreğinizi açın.
Mesela ben aynı kabusu genç kızlık döneminde yaşamış canım arkadaşım Peneloppe'yi tercih ettim ve hiç pişman olmadım.
Zaten eninde sonunda patlıyor bu acı, bakın şimdi, beni günlerdir bilgisayar başına yapıştıran ve tanımadığım YÜZlerle, belki binlerle sanal olarak paylaşmak üzere olduğum bir yazı kaleme alıyorum:)))
3) Sağlıklı beslenin, tercihlerinizi doğal ürünlerden yapılmış yemeklerden yana kullanın. Mesela balık, özellikle somon, bol bol sebze ve meyve, mideyle dost prebiyotik bakteriler içeren yoğurt ve benzeri süt ürünleri, bol lifli gıdalar yeyip zaten sıkıntılar yaşayan midenizi azıcık rahatlatın.
Mutlaka üç öğün beslenmeye özen gösterin ki zaten kilo kaybı yaşayabileceğiniz bu dönemde bir de öğün atlayarak iyice erimeyin. Bu halinizle, bebeğinize, bedenen ve ruhen hiç faydalı olamazsınız.
Unutmadan aşırı tatlı, karbonhidratlı ve kalorili gıdalardan her ne kadar canınız çekse de uzak durmaya gayret edin. Sizi iyileştirmeye yardımcı olmayacakları gibi bir de şişmanlatıp iyice strese sokacaklardır. Tamam arada bir gofret, dondurma gibi kaçamaklar tabii ki yapın, bunu hepimiz gündelik hayatımızda da yapıyoruz zaten ancak bu travmatik dönemde özellikle kaçının kalori bombalarından. Antidepresan ve sakinleştiricilerin birçoğu iştahı çılgınca arttırıyor(benimkiler arttırdı) bir de siz tatlı kaçamaklar yapıp kilo alımını kolaylaştıracak teşviklerde bulunmayın.
3) Açık havada yürüyüş, yapabiliyorsanız koşu yapın, Banu Alkan misali saçlarınız suyun dışında süzüle süzüle yüzün. Şahsen düzenli sporla salgılanan endorfinin ruh hastalıklarının en iyi düşmanı olduğuna inanıyorum.
4) Sizi birazcık da olsa güldürebilecek romantik komediler izleyin, evde veya sinemada, bir arkadaşınızla veya yalnız. Ben her zaman çoğul gülmeyi sevdiğim için kızlarla sinemaya gittim.
5) Ağlayın, istiyorsanız bir yakınınıza, onu üzmek istemiyorsanız veya yalnızlık hoşunuza gidiyorsa, tek başınıza içinizi boşaltın. Laf aramızda ben yastık yumruklamayı pek severdim.
6) Eskisi gibi iyiymiş ve depresyonda değilmiş rolü oynamayı deneyin biraz. Çünkü bazen sürekli somurtmak ve haklı olarak çevrenizdekilerin "iyi misin canım, gel istersen tuvalete girelim bir ağla boşal" demeleri de ters tepebiliyor. Mutlu rolü yapıp, bir süre sonra mutsuz olduğumu unuttuğum ve natürel olarak iyi hissettiğim nice günler bilirim.
7) Mümkün olabildiğince eve kapanmaktan kaçının. Evcimen bir yapınız olabilir ancak şahsen bana üstbaş perperişan kanepede uzanmak hiç iyi gelmedi. Üzerime ruh halimle hiç de özdeşleşmeyecek kadar iddialı bir elbise takıp, stilletoları da çekip, full makyaj, pusette bebeğim dışarıda gezdik. En azından bazı insanların hoş görüntümden gözlerini alamamaları bile güldürüyordu beni: Hıhh bak, içim kesat ama dışım yakıyor değil mi:) Böyle iç-dış kontrastına can kurban be:)
7) Müzik dinleyin ve ruhunuzdaki sis perdesi kalksın. Mesela ben oldum olası dinlediğim bu şarkıyı karanlık günlerimde de çok keyifledim:
Andrea Bocelli gibi gözleri görmeyip de hayatı toz pembe görebilmek... Ve canlı konser mekanı olarak sinematografik minyatür Portofino kasabası... Visa reklamının sloganı gibi pahabiçilemez bence...
"Siz kadife eşofmanlı bir ev kadını olamazsınız, kendinizi oyalayacak bir şeyler bulup iyileşin, kimyasal desteğe ihtiyacınız kalmadı" diyerek beni güneş'çe motive eden Sevgili Psikiyatrım Prof.Dr. Selçuk CAN(!)dansayar,
onun dünya tatlısı Katalan meslektaşı Doktor Monica Guajlu,
CAN'ımın doğum Doktoru sevgili dostum Oriol Genover Llimona,
CAN'ımın tonton çocuk Doktoru Alaman,
CAN'ımın mide cerrahı Doktor Salarik,
ve şiddete maruz kalan bütün hekimlere itafen,
Güneş
Bu yazımı ajitasyon olarak algılayacak okurlarım olabilir. Dilediklerini düşünmekte özgürler. Ama emin olabilirsiniz ki bu hikayenin eksiği var, fazlası yok.
*PİLOR STENOZU:
Pilor darlığı (Pilor stenozu, Kısaca PS) Süt çocukluğu döneminin nadir ama önemli bir kusma nedenidir. Pilor darlığı ile doğan bir bebek hayatının ilk günlerinde normal bir görünüme sahiptir; iyi beslenir, kusması her bebek kadar veya biraz daha fazla reflü kusması şeklindedir. Zamanla kusmalar giderek artar, basınçlı ve fışkırır tarzda olmaya başlar. Kusmalara bağlı su ve tuz (özellikle potasyum kaybı) ortaya çıkar.
Hiç kimse pilor darlığının nedenini bilmiyor (Tabii bu yazıyı hazırladığım 23.03.2010’da henüz bilinmiyordu) Doğumda var olmayıp 2 ay içinde zamanla pilor düz kaslarının kalınlaştığı düşünülüyor. Ancak pilor düz kaslarını kalınlaştıranın ne olduğu hala muamma.
"Bebeğin pişik kremi bitmişti ya, bir markete uğrayıp alayım. Akşam yemeği için de taze ekmek alırım fırından" diye saçmalayıp doktoru, Pep'i, annemi, kayınvalidemi ve bebeği öylece salonda bırakarak cevap bile vermelerine fırsat tanımadan sokak kapısını çarpıyorum. İnanır mısınız, ayağıma stiletto, babet, parmakarası terlik, ev terliği ne bulup da geçirdiğimin farkında olamayacak kadar bilinçsizim."
"Ah Barselona ah... Ben ki "insan bir şehre de aşık olabilir mi" sorusuna seni tanıyıp, Akdeniz iklimi hüküm süren koynunda yaşayınca EVET demiştim... Ben ki Gaudi'nin sana bahşettiği şaheserlere, denizinin tuzuna, Paella*na, Sangria*na, tapa*larına, iki katlı üstü açık turistik otobüslerine, Zara'na, kafelerinin teraslarına, dünyanın en uçuk kaçık ama olağanüstü kilisesi Sagrada Familia'na, Alice Harikalar Diyarı'nı anımsatan Parc Güell'ine, kıvıl kıvıl ve dünyanın en renkli sokak göstericilerinin konuşlandığı Rambla Cadde'ne, Boqueria Pazarı'ndaki mangolara, papayalara, yüksek oktavlı ve gevrek kahkahalı insanlarına, hatta burada yaşamayan ama iki günlük ziyaretlerinde bile sana aşık olan turistlerine ve bu bulanık zihnimle hatırlayamayacağım daha nice güzelliğine güneşli bir tutkuyla bağlanmıştım..."
"Hayatımın en kutsal anı olan doğumda bile ülkemden uzakta ve canım annem henüz yanıma ulaşamamışken evimde duyumsamıştım kendimi. Tamam sana hesap sormuyorum bana tattırdığın bu padron* biberi için. Bu berbat günde bile güzel havan nefesime dolup sakinleştirmeye yetiyor beni, nasıl nefret edeyim senden!!! Aşk işte lanet olsun! Keşke kocama, anneme, kayınvalideme, doktora, bebeğime yansıtmaktan aciz olduğum şu kini önümde uzanmakta olan Diagonal Caddesi'ne boşaltabilsem..."
"Sadece söz ver bana Akdeniz incisi, oğlumu nasıl dört hafta önce sapasağlam kucağıma koyduysan, yine taş gibi geri vereceksin bana. Bu aşık kadına ve anneye borçlusun anladın mı! Yoksa bütün gemileri yakıp ömür boyu kin bilerim sana! Pep'in görevi biter bitmez de seni terk edip bir daha ayak basmam toprağına, bu da böyle biline..."
Şehirle hesaplaştıktan sonra, eli boş dönüyorum eve. Keskin bir safra kokusunun gölgesinde bir hapishaneye dönüşmüş burası sanki, sadece 15 dakika oldu oysa ben gideli, nasıl bu kadar hızla bir korku filmi setine benzemiş inanamıyorum. Pep, önemli bir toplantısı olduğu için yok, annem ve kayınvalidem, ikili kanapeye oturup bebeği dik bir konumda aralarına yerleştirmişler.
Her ne kadar, gülümsemeye çalışsalar da huzursuzlukları burnuma burnuma tütüyor adeta.
"Canım baksana, her şey yoluna girdi çok şükür. Doktor ne kadar da iyi bir insan kapımıza geldi, tehşisi koydu ve artık biliyoruz ki en kısa sürede ameliyat olacak ve iyileşecek bebeğimiz" diyor kayınvalidem.
"Tabii tabii tedavisi var bak en azından, ne mutlu, ya başka bir şey olsaydı da yeni kavuştuğumuz bebeğimizi kaybetme korkusu yaşasaydık. Aman Allah yazdıysa bozsun. Hem bu benim ilk "pipilim", dedesinin deyimiyle 40 yıl sonra biten erkek bebek hasreti..." diyerek destekliyor annem.
Annem, ben ve ablam olmak üzere iki kız doğurmuş, ablam da onun gibi iki kız dünyaya getirince erkek bebek hasreti doğmuş demek bizimkilerde. 40 yıl sonra erkek bebeğe kavuşmanın haklı "görgüsüzlüğünden" Şuliş kamusal alanda "bamyalı", özel alanda "pipili" diye sesleniyor Can Rüzgar'ıma. Hatta bez değiştirirken evrenin en orijinal ninnisini söylüyor, yaratıcı kadın:
"Pipiler pipiler hop pipiler...
Pipiler pipiler hop pipiler..." ve cüce anlarmışçasına elini kolunu oynatıyor bu
ucube melodiye.
"Anneciğim bak iyi hoş çok komik de, senin bu garip türküye ağzın iyice alıştı, iki yaşına filan gelince de söylemeye devam edersen yanarız ..." diye tatlı tatlı kızıyorum ara sıra ona.
"Sus kız bilmiş, zaten ben yokken doğurduğun yetmezmiş gibi bir de 15 saatlik çocuğu yine ben yokken gurbet ellerde sünnet ettirdin. Bak hala şüphem var o konuda zaten. Türkiye'ye gider gitmez kendi ellerimle götüreceğim oğluşumu doktora. İspanyol ne anlar yahu sünnetten, bir de eciş bücüş kestiyse..."
Hem onları nispeten sağlam bulmak, hem de bu pipi ninnisini anımsamak enerji yüklüyor bedenime. İçeri gidip üçümüze sıcacık bir kahve hazırlıyorum. Kusmuk nöbeti yaparken bari birazcık kafeinle beyinlerimiz çalışsın ve vücutlarımız hareket edebilsin.
Bebeğin ameliyat edilinceye kadar kusması kaçınılmazmış, biz besleyecekmişiz o çıkaracakmış, taa ki hastaneye yatırılana dek. Doktor Pep'e, bebeğin hemen hastaneye yatırılmasını önermemiş. Aynı süreç hastanede de işleyeceği için evimizde daha huzurlu ve konforlu olacağımızı söylemiş. Fakat eğer bebek ciddi bir su kaybı yaşar ve baygın düşüyor gibi olursa anında acile gidip ona serum bağlatacakmışız. Doktor ameliyat gerçekleşene kadar her iki saatte bir düzenli olarak bizimle telefonla görüşüp bilgi alacak ve bir aksilik olursa diye 24 saat telefonunu açık tutacakmış.
Aynı gece sabaha karşı, bilincini yitiriyor gibi olunca yoğun bakıma yatırıyoruz oğlumu. Serum takılıyor ve iki gün boyunca güçlendirilip Pazartesi öğlen itibariyle ameliyata alınması öngörülüyor. Bu arada, serum aldığı için ememiyor ve mama da verilemiyor. Kusmaktan yemek borusu zedelenmiş, serumdan gerekli takviyeyi almakla beraber, muhtemelen midesi kazınan oğlum öyle şiddetli ağlıyor ki... Hemen hemşire gelip tatlandırıcılı suya buladığı emziği tıkıveriyor ağzına. Bir iki dakika susup tekrar ağlamaya başlıyor zavallıcık.
"Resmen kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor bu hemşireler de oğlumla. Şuna bak, şekeri ağzına çalıp mamayı vermiyorlar. Büyüyünce sen de onlarla oyna emi koçum?" diye elindeki çıngırağı sallayarak dikkatini dağıtmaya çalışıyor küçük adamın Pep. Bu arada biz ailecek bu bebek yoğun bakım ünitesine aşinayız. Dört hafta erken doğduğu için şekeri biraz düşük çıkmış olan oğlum yine buraya yatırılmıştı, yani hemşire ablaları onu pek büyümüş gördüler yeniden.
Yoğun bakımın belli giriş-çıkış saatleri var ve yalnızca bebekleri içeride olan anne ve babalar, hijyen testinden geçtikten sonra üniteye kabul ediliyor. Sanıyorum her 3 saatte bir girip çıkıyoruz.
Pazartesi günü ameliyat oluyor, çok beğenerenek aldığım pusetinin içinden çıkan kırmızı puantiyeli battaniye var üzerinde, inanır mısınız! Zaten dört hafta erken 2.970 kg. doğdu, şimdi iyice eridi, 3 haftalık olmasına rağmen sarımtırak benziyle bir prematüre bebeğe benziyor adeta.
O minnacık cüssesiyle sedyede ameliyathaneye girmek üzereyken, kocam, annem ve kayınvalidem için gözyaşlarımı tutmaya çabalasam da olmuyor, başaramıyorum, hıçkırıklarım inletiyor hastane koridorunu. Tam o sırada, oğlumu ameliyat etmek üzere olan baş cerrah, kolumdan tutup ailemden uzakta, bir köşeye çekiyor beni:
"Bak güzel anne, sana bir sır vereyim, bu ameliyat yaklaşık 30 sene önce yoktu. Bu ne demek biliyor musun? Eskiden bu beladan muzdarip minik bebekler ölüp gidiyordu. Kimse sebebini bile anlayamadan. Şu anda hala sen burada oğlun ameliyata gireceği için gözyaşı dökerken, dünyanın ücra köşelerinde, imkanı olmayan başka anneler bu hastalık yüzünden canlarını kaybediyor. Şimdi onlar adına ağlamayı kes lütfen, yüreğini ferah tut ve şu melek kadınlara(annem ve kayınvalidemi kastediyor) destek ol söz mü?. Oğlun bana emanet..."
Teşhisin konulması, bebeğin hasteneye yatırılması ve taburcu olması derken geçen bir haftalık süre içerisinde artık kendimi tanıyamaz hale geliyorum. Minik prensimiz gün geçtikçe daha iyi gözüküyor, hastaneden taburcu olur olmaz kusmalar da sona eriyor. Sabah akşam ağzına bir damla damlatarak, kusmaktan olağanüstü tahriş olmuş yemek borusunu iyileştirmeye çabalıyoruz. Oğlum bombastik bir hal alıyor her geçen gün ama bu sefer yere çakılma sırası annesine geliyor.
İçimdeki duygusal fırtına, mide bulantısı, spastik kolon, uykusuzluk, terleme ve hakim olamadığım titremelerle harmanlanıyor.
Düşüncelerim her geçen saat iyice çarpıklaşıyor. Beynimi, bana sürekli korku salan cümleler haykıran bir şeytan işgal etmiş sanki ve ben onun yüzünden hiçbir şeye odaklanamıyorum: Televizyon seyredeyim veya kitap okuyayım diyorum, konsantre olmayı beceremiyorum. Beynimin içindeki ses öyle seri ve bıkmak usanmadan konuşuyor ki... Dışarı çıkıp yürüyüş yapayım istesem de onu da yapacak fiziksel gücüm yok.
48 kiloya düştüğüm, yemek yiyemediğim ve uyuyamadığım için bacaklarım titriyor. Annem, kayınvalidem, Peyami ve diğer yakın dostlarımla konuşup onların içini de kendi içim gibi kararmaktan çekiniyorum. O kadar çaresizim ki daha fazla dayanamayacağıma kanaat getirdiğim bir öğlen doğum doktorumu ilk defa cebinden rahatsız ediyorum:
"Kurtarın beni yalvarırım, daha fazla dayanamayacağım. Sizi görebilir miyim, güvenle ve huzurla konuşabileceğim başka kimse yok." deyip gözyaşları içinde telefonu kapatıp giyiniyorum.
Sanıyorum ses tonumdan korkup bana acil bir randevu veriyor, muhtemelen son derece yoğun olan günlük rutininde değişiklik yapıyor, her neyse, o kadar şanslıyım ki yarım saat sonra ofisine girmiş bulunuyorum.
"Ne oldu sana böyle!" diye bağırıyor bana ilk kez.
"İçimden geçenleri sizinle paylaşacağım artık Doktor Bey, çünkü bittim ben, her şey bitti! Niye doğdu bu çocuk! Güllük gülistanlık bir hayatımız vardı Pep'le, keyfe keder yaşayıp gidiyorduk bu harika şehirde. Sonra ne oldu? Üç haftalık bebek yüzünden hastanede yaşar hale geldik. Uykum, bir lokma ekmek yiyecek halim kalmadı. Zihnimi bir şeytan devraldı ve her saniye bana zehir zemberek düşünceler aşılayıp duruyor."
"Kimselerle söyleyemedim onları üzmemek adına ama artık çok çaresizim. Yaşamak istemiyorum Doktor! Evet bir aylık oğlumu öksüz bırakacak kadar da bencil bir anneyim ben. Bakın şu halime, çamura bulanmış ruhuma, böyle bir annenin nasıl faydası olur öz oğluna söyler misiniz" deyip gözyaşı bombası atıyorum muayenehaneye.
Sevgili Doktorum, yerinden fırlayarak oturduğum koltuğun önüne çöküp, önce gözyaşlarımı siliyor, sonra ellerimi tutuyor sıkıca.
"Sen hastasın, nezle gibi bir tanem ve bu senin suçun değil. Sen ne bencil, ne de deli bir annesin. Beynindeki serotonin hormonu dibe vurmuş o kadar. Tıp uzmanı olarak ben teşhisi koydum ve seni çok sevdiğim, bizzat bebeğini kendi ellerimle doğurduğum bir başka uzmana, genç anne ve psikiyatr Monica'ya ellerimle emanet edeceğim tamam mı? Sana garanti veriyorum, el birliğiyle senin içindeki femme fatal'i uyandıracağız yeniden. Bu hastaneye haftaya kırmızı ojelerin, akmamış maskaran ve lüle lüle saçlarınla gelmezsen bana da doktor demesinler!"
Kahkahayı patlatıyorum. Deliyim işte, ne deseler değişemem...
Cep telefonunu eline alıp "Monica tatlım, acil bir durum var, hastanede misin?" diye soruyor.
"Peki o zaman ben bu Türk Lokumu'yla yarım saat kahve içeyim pastanede".
Kahvelerimizi balla yudumladıktan sonra, Monica'yla tanışıyorum ve daha tek bir kelime konuşmadan iyi ediyor bu hatun beni, öylesine duru bir yüzü ve organik bir gülüşü var ki...Anlattıklarımı gözleri nemlenerek dinledikten sonra, ne de olsa o da bir kadın ve anne, bana şöyle diyor:
"Çok şanslısın çünkü yanında annen ve kayınvalidenden oluşan şahane bir destek ekibi var. 11 günlük uykusuzluğun intikamını biraz kestirerek alacaksın bu hafta. Emzirmeye gelince, tartışma bile istemiyorum, o dosya kapandı. Annelik süt sağmak değildir. Çocuğun öncelikle sağlıklı bir anneye ihtiyacı var, süte değil. İçini rahatlatmak için söylüyorum, ben bir doktor anne olarak, başka bir sebepten ötürü emziremedim."
"Sen gördüğüm ve göreceğim ilk ve en güzel Türk annesin. Şimdi hemen bu ilaçları alıp, yarın beni ara ve haftaya süslü püslü gel bana, anlaştık mı? Yoksa arkandan Türk kızları çok bakımsızmış diye dedikodu yaparım bak..." deyip beni kapıya kadar uğurluyor.
Eve "ağlama değmez hayat..."şarkısını mırıldanarak tam gaz yürüyorum ve ilk eczaneye giriyorum.
Eczacı,
-antidepresan,
-sakinleştirici,
-mide ilacı,
-spastik kolona karşı spazm çözücü,
-doğal liflerden oluşan bir hap da dahil olmak üzere bir kimyasal bohçası uzatıyor elime. Melisa çayı da bonus:). Ben ki bugüne dek başı ağrıdığında bile aspirin almamakta direnen bir obsesiftim. Kader işte:)
Uyku sineğinin beni iyiden iyiye soktuğu ve cep telefonumun alarmının düzenli olarak bir ilacın saatini bana hatırlatmak için öttüğü bir haftadan sonra, güneşli ses tonumla uyanıyorum bir sabah. Favorim balkabaklı cheesecake'i kendi ellerimle şarkılar söyleyerek fırına veriyorum aynı öğlen. Sevinçten neredeyse havalara uçacak annem ve kayınvalidem Hürrem Sultan'ı izlerken birbirlerini dürtüyorlar beni gözleriyle işaret ederek. Kek, fırındayken kırmızı ojelerimi kusursuzca sürüp, takıp takıştırıp, aşkla besilenmiş oğlumu kucağıma alıyorum:
"Haydi bakalım atta gidiyoruz yavru adam! Uyumayı kes, gözünü dört aç ve bu güzel anana korumalık yap bakalım. Seninle iki haftayı kaybettik zaten, ama sana yemin ediyorum, bir daha asla ama asla ikimize salak bir pul biberi yüzünden bir gün bile kaybettirmeyeceğim!"
Altın kızlar şeklinde, annem, kayınvalidem ve ben yeni jenerasyon mavi pusetindeki bodyguardımız önderliğinde Barselona caddelerine vuruyoruz kendimizi. Al sana tek dişi kalmış Lohusa Can'avarı! Taktık mı sana çelmeyi üç kadın bir olup, hakem olarak kırmızı kart gösterip maç dışı bıraktım ben seni! Git şu klübeye başını önüne eğerek otur ve yıldız oyuncuları, yani bizi izle sinsi sinsi!
Haydi siz de üzerinize endamlı bir entari takıp(!), alın CAN'ınızı kucağınıza ve atın kendizi sokağa da çatlasın patlasın Pis Depresyon Canavarı!!!
Ertesi gün Monica'yı ziyarete gidiyorum, evet bir ziyaret söz konusu çünkü biz arkadaşız ve sanki ben onun evine kahveye gidiyorum.
"Aferin sana bakayım, sözümü dinlemişsin, şu görüntünden sonra ağzını pek yormana gerek yok yavrum..."deyip gülümsüyor ışıl ışıl gözlükleri ardından.
Bu yazı zaten gereğinden fazla uzadı ama şu konuşmayı da yazamadan geçemeyeceğim:
"Kocanın seni terk edeceğine dair muhteşem teorin ne durumda Güneş?"
"Valla terk eder mi etmez mi bilemem Monica ama bana öyle bir kimyasal mucize dayadın ki inan kocam Prens Charles olsa ve beni yüzüstü bıraksa Macarena dansı yapacağım utanmadan..."
"Seni zilli seni, haydi ordan, fazla cesaret gelmiş sana. O mucizeleri kısma zamanıdır güzelim. Ayrıca depresyon yüzünden veya herhangi bir sebeple bir gün o koca seni yarı yolda bırakacak olursa acırım onun haline".
Bir ay sonra, Türkiye'ye geliyoruz hep beraber: "Made in Barselona" bebeği ülkesiyle, ailemizin yurtdışına gelme imkanı olmayan fertleriyle tanıştıracağız gururla.
Peki sonra ne oluyor, biliyor musunuz! Ben o bırakmak üzere olduğum kimyasalların kucağına sığınıyorum yeniden. Neden mi!!!
"Güzel emiyor mu kızım?"
"Emzirme vakti gelmedi mi daha?
"Sütün iyi mi?"
"Baksana sen çok zayıfsın, oldum olası kilo olayına takıktın zaten, lütfen ye şu keki de sütün olsun bebek için" diye bana SÜT SAĞMA'YA GİRİŞ dersi veren sözde dostlar yüzünden yalan söylemek durumunda bırakılıyorum.
Öyle bir baskı oluşturuyorlar ki üzerime çullanıp, çok içten ve boşboğaz bir insan olmama rağmen, "ben depresyondayım, mecburi olarak ilaç kullanıyorum ve bu yüzden emziremiyorum" deme zahmetini gösteremeyip, gizlice su kaynatıp bebeğimle bir odaya tıkılıp odanın kapısını iyice kitliyorum. Onun da bahanesi hazır:
"Şurda emziriver kızım ne olacak, biz bizeyiz işte..."
"Yok teyzeciğim, benim oğlan sessiz ve benimle başbaşa olmayı seviyor. O yüzden inek anne ben, çıt çımayan bir odada, tercihen zen bir melodi eşliğinde sağmayı tercih ediyorum."
Salonda teyze kahkaları, odada biberona damlayan gözyaşları.
Yapmayın oldu mu sözde yakınlar! Siz siz olun bir anneye, kendinden önce sütü nasıl diye sormayın bir zahmet.
SON OLARAK, NİHAYET, bu pul biberli kabusu yaşamış bir kadın olarak bunu yaşayan, yaşabilecek tüm kadınlara ve insanlara güneşli tavsiyelerde bulunmak istiyorum. Evet uzman değilim, sadece okuduğum ve yaşadığım kadarını biliyor ve naçizane önerilerde bulunuyorum size:
1) Öncelikle bir akrabanızdan veya yakınızdan bu dönemde sizi yalnız bırakmamasını rica edin, muhtemelen bol bol uyuyacaksınız benim gibi.
2) İyi niyetlerinden emin olduğunuz arkadaşlarınıza durumunuzu anlatmayı deneyin.
"Salsa yaptıklarına filan aldanma, bunlar boşanacak bak görürsün, şuraya yazıyorum, o yüzden bunalıma girmiş bu kız, zaten oldum olası çatlağın tekiydi " diye dedikodu yapmayacağına emin olduğunuz bir dostunuza yüreğinizi açın.
Mesela ben aynı kabusu genç kızlık döneminde yaşamış canım arkadaşım Peneloppe'yi tercih ettim ve hiç pişman olmadım.
Zaten eninde sonunda patlıyor bu acı, bakın şimdi, beni günlerdir bilgisayar başına yapıştıran ve tanımadığım YÜZlerle, belki binlerle sanal olarak paylaşmak üzere olduğum bir yazı kaleme alıyorum:)))
3) Sağlıklı beslenin, tercihlerinizi doğal ürünlerden yapılmış yemeklerden yana kullanın. Mesela balık, özellikle somon, bol bol sebze ve meyve, mideyle dost prebiyotik bakteriler içeren yoğurt ve benzeri süt ürünleri, bol lifli gıdalar yeyip zaten sıkıntılar yaşayan midenizi azıcık rahatlatın.
Mutlaka üç öğün beslenmeye özen gösterin ki zaten kilo kaybı yaşayabileceğiniz bu dönemde bir de öğün atlayarak iyice erimeyin. Bu halinizle, bebeğinize, bedenen ve ruhen hiç faydalı olamazsınız.
Unutmadan aşırı tatlı, karbonhidratlı ve kalorili gıdalardan her ne kadar canınız çekse de uzak durmaya gayret edin. Sizi iyileştirmeye yardımcı olmayacakları gibi bir de şişmanlatıp iyice strese sokacaklardır. Tamam arada bir gofret, dondurma gibi kaçamaklar tabii ki yapın, bunu hepimiz gündelik hayatımızda da yapıyoruz zaten ancak bu travmatik dönemde özellikle kaçının kalori bombalarından. Antidepresan ve sakinleştiricilerin birçoğu iştahı çılgınca arttırıyor(benimkiler arttırdı) bir de siz tatlı kaçamaklar yapıp kilo alımını kolaylaştıracak teşviklerde bulunmayın.
3) Açık havada yürüyüş, yapabiliyorsanız koşu yapın, Banu Alkan misali saçlarınız suyun dışında süzüle süzüle yüzün. Şahsen düzenli sporla salgılanan endorfinin ruh hastalıklarının en iyi düşmanı olduğuna inanıyorum.
4) Sizi birazcık da olsa güldürebilecek romantik komediler izleyin, evde veya sinemada, bir arkadaşınızla veya yalnız. Ben her zaman çoğul gülmeyi sevdiğim için kızlarla sinemaya gittim.
5) Ağlayın, istiyorsanız bir yakınınıza, onu üzmek istemiyorsanız veya yalnızlık hoşunuza gidiyorsa, tek başınıza içinizi boşaltın. Laf aramızda ben yastık yumruklamayı pek severdim.
6) Eskisi gibi iyiymiş ve depresyonda değilmiş rolü oynamayı deneyin biraz. Çünkü bazen sürekli somurtmak ve haklı olarak çevrenizdekilerin "iyi misin canım, gel istersen tuvalete girelim bir ağla boşal" demeleri de ters tepebiliyor. Mutlu rolü yapıp, bir süre sonra mutsuz olduğumu unuttuğum ve natürel olarak iyi hissettiğim nice günler bilirim.
7) Mümkün olabildiğince eve kapanmaktan kaçının. Evcimen bir yapınız olabilir ancak şahsen bana üstbaş perperişan kanepede uzanmak hiç iyi gelmedi. Üzerime ruh halimle hiç de özdeşleşmeyecek kadar iddialı bir elbise takıp, stilletoları da çekip, full makyaj, pusette bebeğim dışarıda gezdik. En azından bazı insanların hoş görüntümden gözlerini alamamaları bile güldürüyordu beni: Hıhh bak, içim kesat ama dışım yakıyor değil mi:) Böyle iç-dış kontrastına can kurban be:)
7) Müzik dinleyin ve ruhunuzdaki sis perdesi kalksın. Mesela ben oldum olası dinlediğim bu şarkıyı karanlık günlerimde de çok keyifledim:
"Siz kadife eşofmanlı bir ev kadını olamazsınız, kendinizi oyalayacak bir şeyler bulup iyileşin, kimyasal desteğe ihtiyacınız kalmadı" diyerek beni güneş'çe motive eden Sevgili Psikiyatrım Prof.Dr. Selçuk CAN(!)dansayar,
onun dünya tatlısı Katalan meslektaşı Doktor Monica Guajlu,
CAN'ımın doğum Doktoru sevgili dostum Oriol Genover Llimona,
CAN'ımın tonton çocuk Doktoru Alaman,
CAN'ımın mide cerrahı Doktor Salarik,
ve şiddete maruz kalan bütün hekimlere itafen,
Güneş
Bu yazımı ajitasyon olarak algılayacak okurlarım olabilir. Dilediklerini düşünmekte özgürler. Ama emin olabilirsiniz ki bu hikayenin eksiği var, fazlası yok.
*PİLOR STENOZU:
Pilor darlığı (Pilor stenozu, Kısaca PS) Süt çocukluğu döneminin nadir ama önemli bir kusma nedenidir. Pilor darlığı ile doğan bir bebek hayatının ilk günlerinde normal bir görünüme sahiptir; iyi beslenir, kusması her bebek kadar veya biraz daha fazla reflü kusması şeklindedir. Zamanla kusmalar giderek artar, basınçlı ve fışkırır tarzda olmaya başlar. Kusmalara bağlı su ve tuz (özellikle potasyum kaybı) ortaya çıkar.
Normalde, midedeki gıdalar pilordan ince bağırsağa geçmelidir. Pilor bölgesinde düz kaslarda kalınlaşma olup daralma ortaya çıkar ve mide içindeki gıdalar piloru geçip bağırsağa akamaz. Görülme sıklığının her 1000 canlı doğumun 1 ile 3’ündedir. İlk erkek bebeklerde görülme olasılığı diğer bebeklerden (mesela 2. erkek veya ilk kızdan) 4 kat daha fazla olduğu istatistiksel olarak saptanmıştır. Aile içinde de daha sık rastlanabilmektedir. Mesela anne babadan birinde PS varsa doğacak çocukta PS görülme olasılığı 1/1000 değil %20 gibi yüksektir. İlginç bir şekilde B ve O grubu kan grubundakilerde görülme olasılığı daha da fazladır.
Hiç kimse pilor darlığının nedenini bilmiyor (Tabii bu yazıyı hazırladığım 23.03.2010’da henüz bilinmiyordu) Doğumda var olmayıp 2 ay içinde zamanla pilor düz kaslarının kalınlaştığı düşünülüyor. Ancak pilor düz kaslarını kalınlaştıranın ne olduğu hala muamma.
Mide çıkışı tıkanınca doğal olarak ana belirti SAFRASIZ KUSMA olacaktır. Safra salgısı oniki parmak bağırsağına aktığına göre mide çıkışı dar olursa kusma da safrasız olur, değil mi? Başlangıçta kusma hafif hafif bebek reflüsü gibi olurken zamanla karakteristik fışkırır tarzda kusma tam olarak kendini gösterecektir. (Karakteristik kusmaların başlama zamanı 1 hafta gibi erken de olabilirken, 5 ay gibi geç de olabilir) Karakteristik kusma, hemen her beslenmeden sonra fışkırtır tarzda kusmadır. İlginçtir ki bebek bu kadar kusmaya rağmen iştahlı ve yemeğe karşı isteklidir. Kilo alımı durur ve hatta kilo vermeye bile başlar.
Zamanla sıvı kaybı ve mide asidi kaybı nedeniyle kanda alkali artışı belirtileri başlar. Sıvı kaybına bağlı olarak bitkinlik, dalgınlık, uyku hali yerleşir ve şuur bile kapanabilir.
Tipik kusmaları olan bir bebeğin karın muayenesinde kalınlaşmış pilor kitlesinin ele gelmesi ile doğru tanı konma olasılığı %60 ile 80’dir.
Ultranonografi: Kalınlaşmış pilor dokusunun gösterilmesi (hassasiyet derecesi %95’tir) de tanı koydurur. Ultrasonda pilor kalınlığının 4mm’den fazla olması, pilor uzunluğunun 14 mm’den uzun saptanması PS lehinedir. Kontrast madde kullanılarak çekilen mide filminde de pilor kanalının dar ve mide boşalımının yetersiz olduğu gösterilebilir.
Tek tedavisi ameliyattır. İlaçla daralan kısmın açılması ve olanağı 2010 tıbbında mümkün değildir.
Operasyondan önce sıvı ve elektrolit dengesi ile kan asit-baz dengesi mutlaka düzenlenmelidir.
Operasyon prosedürü:
Piloromiyotomi denen bir işlemle (Ramstedt operasyonu da denir) pilordaki kalınlaşmış kas dokusu kesilip açılır ama mukoza kesilmez. Operasyon sonrasında vakaların yarısında ilk 24 saat kusma devam edebilir. Bu, ameliyat yerindeki ödeme bağlıdır. İlk 12-24 saatten sonra az miktarda beslenme başlanıp giderek arttırılır ve 48 saatte normal hayata dönüş mümkün olur. Ancak inat eden kusmalarda yeterli kesi yapılmadığı (inkopmplet piloromiyotomi denir), gastrit, gastroösofageal reflü veya başka tıkanma nedenleri düşünülmelidir. İnkomplet piloromiyotomi durumunda endoskopik yolla balon dilatasyonu (genisşletme) yapılabilmektedir.
UZUNOĞLU, E., 2010 :http://www.bebekhastanesi.com/makale_detay.asp?MakaleID=666
* paella: Valencia şehrine özgü fakat bütün İspanya'da yaygın olarak tüketilen deniz ürünleri pilavı. Bizdeki mantı sevgisini İspanya'daki paella aşkıyla kıyaslasam sanırım gayet uygun olur.
*Sangria: İspanyolların çok sevdiği içinde portakal, elma gibi taze meyvelerin olduğu aromalı şarap.
*Tapa: Küçük atıştırmalıklar, bizdeki mezelere benzemekle birlikte genelde tabakta sunulmayıp, bir dilim ekmeğin üzerine dizilirler. Örneğin bir dilim ekmek üzerine karides, kalamar, deniz mahsüllü kroket, minik bir tabakta sunulan bir porsiyonluk kızarmış küçük balıklar vesaire... Aman İspanyol tapaları da saymakla bitmez zaten, bir de her yöreye göre farklılık gösterip, isimleri, sunum metodları da farklılaşır ki, ben en iyisi bunun için yeni bir post yayınlayayım:)
*(Pimientos del) Padron: İspanya'da tüketilen bir küçük tatlı yeşil biber. Genelde kızartılarak tüketilir ve yukarıda açıkladığım tapalardan biri olup benim favorimdir.
10 yorum:
Canim benim, yine agladim, o zaman da aglamistim hastane koridorlarinda, bir kolumda annen, bir kolumda kayinvalden... Neyse ki kotu gunler bitti ve cok sey ogrendik. Bundan sonra gelecek ataklara karsi iyice guclendik. Kimse yikamaz seni, giderek guclenerek devam!
Yazan: Penelope
Gunescim bütün yazıların çok guzel ama en guzeli bu... Öğle tatilinde okudum, devamını evde okurum dedim ama bir bakmışım hepsini okumuşum !! Cok duygulandım okurken adeta yaşadım diyebilirim, ve keşke o gunlerinde barcelonada senin yanında olabilseydim diye düşündüm.. neyse ki annelerin desteği seninleymiş, dunya iyisi doktorlara rastlamışınız ve herşey geri de kalmış.. Sevgiler, Ece
Ben de herkes gibi yaşayarak okudum yazdiklarini. Fiziksel olarak bu kadar yakinda olup da hiçbir şeyden haberim olmadığı ve yanında olamadigim için çok üzgünüm. Umarim en büyük uzuntunuz geride kalmış o günler olsun. Sevgiler, Bengi
Güneş'im yazıyı gözlerim dolu dolu okudum. Bir çok annenin yaşadığı bu dönemi o kadar güzel yazmışsın ki...Ama geçiyor ve geçiceğine beni inandıran benimle saatlerce konuşan Can dostumsun benim. O karanlık günlerde bunun bir dönem olduğunu söyleyerek GÜNEŞ gibi doğdun gerçekten hayatıma...
CAN'ımızda çok şükür sağlığına kavuştu o kötü günleri geride bıraktık. Bu yazı ve önerilerin yeni doğum yapan annelerinde GÜNEŞ'i olucaktır.Sizi çook seviyorum xxx
Güneş'im yazıyı gözlerim dolu dolu okudum. Bir çok annenin yaşadığı bu dönemi o kadar güzel yazmışsın ki...Ama geçiyor ve geçiceğine beni inandıran benimle saatlerce konuşan Can dostumsun benim. O karanlık günlerde bunun bir dönem olduğunu söyleyerek GÜNEŞ gibi doğdun gerçekten hayatıma...
CAN'ımızda çok şükür sağlığına kavuştu o kötü günleri geride bıraktık. Bu yazı ve önerilerin yeni doğum yapan annelerinde GÜNEŞ'i olucaktır.Sizi çook seviyorum xxx
Güneşçiğim, blogun çok tatlı olmuş, ellerine sağlık! Seni çoook tebrik ediyorum. Bu yazını da içim cız ederek okudum. Bundan sonra blogunun sıkı takipçisi olacağım.
Sevgiler, tüm aileye selamlar!
Yaprak Ece
Sevgili Güneş; tesadüfen keşfettigim bu harika bologunu ve yazilarini buyuk bir keyifle okuyorum günlerdir... Ama bu sabah bu yazini gözlerim dolu dolu okudum :( Sonra az once tekrar okudum.. Ama bu kez gözyaslarimi tutamadim okurken. Bana seneler önce üstelik sana oldukca yakin bir komşu ülkede oğlum henüz 6 aylikken ve biz esimin gorevi sebebiyle gideli daha 1ay olmuşken yaşadigim o kabus dolu günleri animsatti :( 6 aylik dis cikarirken surekli ishal olan, kusan, surekli aglayan, uyumayan bir bebek ve bir ay icinde 44 kiloya düşen, uykusuz, yorgun, mutsuz, bebegi agladikca kendisi de aglayan, dil bilmez, yol bilmez, tek basina, is yogunlugundan firsat buldukca bedenen yaninda ama ruhen başka yerlerde olan bir eş ve o hiç bilmediği ülkede depresyonun dibine vurmuş tek başina bir ben... Çok şansliymişsın ki yaninda annen, kayinvaliden ve eşin varmiş... Çok şükür bende bir süre sonra yendim o depresyon canavirini :) Defolsun gitsin tüm yeni anne olmuş kadinlarin hayatindan pis, adi canavar !!! :))
Güzel anne Sol ve minik prensi VENTO ya mil beijinhos :)
Sevgiler... Anjabela
Sevgili Güneş, ben senin güçlü çok güçlü olduğunu biliyordum.Ama bu kadar olduğunu bilmiyormuşum..
Sen çok imrenilecek ve sevilecek bir annesin..
Şimdiden anneler günün kutlu olsun canım...
Kasaba dan Asuman ablan....
ağlayarak okudum yazınızı. güzel, uzun ve huzurlu bir ömür dilerim size ve sevdiklerinize.
Derya
Cok guzel bir yazi 5 gun once ayni ameliyati olan minik bir oglum var...o da ben de cok yorgunuz ama biliyorumki zaman bize cok iyi gelecek.. Sevgiler. Emel
Yorum Gönder